Oğuz Kağan destanı M.Ö. 209-174 tarihleri arasında hükümdarlık
yapmış olan Hun hükümdarı Mete’nin hayatı etrafında şekillenmiştir.
Bütün Türk destanlarında olduğu gibi bu destanın da ilk şekli
günümüze ulaşmamıştır. Bugün, elimizde Oğuz destanının üç varyantı bulunmaktadır.
XIII ile XVI yüzyıllar arasında Uygur harfleriyle yazılmış ve
islâmiyetten önceki inancı yansıtan varyantın ilk örneği temsil ettiği
kabul edilebilir.
XIV. yüzyıl başında yazıldığı bilinen Reşîdeddîn’in Câmi üt-Tevârih
adlı eserinde yer alan Farsça Oğuz Kağan Destanı İslâmi varyantların
ilkini temsil etmektedir.
Oğuz Kağan Destanının üçüncü varyantı ise XVII. yüzyılda Ebü’l-Gazî
Bahadır Han tarafından Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve
önceki yazmalardan faydalanarak yazılmıştır.
Oğuz Kağan Destanının İslâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan’ın yüzü
gök , ağzı ateş, gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel
bir oğlu
oldu. Bu çocuk annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,
çorba ve şarap istedi. Kırk gün sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz
ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı göğsü gibiydi.
Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve avlanırdı. Oğuz’un
yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük ve
güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at
sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı.
Günlerden bir gün bu gergedanı avlamağa karar verdi. Kargı, yay, ok,
kılıç vekalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve onu söğüt
dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın
geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın
kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın
ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi.
Gergedan geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile
gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.
Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı.
Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Bu
ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok
güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız
ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla
evlendi.
Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu.
Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava
çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın
kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi
dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse
dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi.
Günlerden gecelerden sonra Oğuz’un bu kızdan da üç oğlu oldu.
Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra
yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve
içtiler. Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum Alalım yay ile kalkan Nişan olsun bize buyan Bozkurt olsun bize uran Av yerinde yürüsün kulan Daha deniz, daha müren Güneş bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle
şu mektubu gönderdi:” Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün
dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim
benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost
edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım.
Onunla savaşır ve yok ettiririm”.
Yine o zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz
Kağan’a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona
itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri
ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı
dinlemezdi. Oğuz Kağan’ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz
Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum
Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağın eteklerine geldi.
Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın
çadırına güneş gibi bir ışık girdi .O ışıktan gök tüylü gök yeleli
büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: ” Ey Oğuz, sen Urum üzerine
yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim.
”dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla
birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt
itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu.
Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük
savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve
halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu
izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan’ın beylerinden Uluğ
Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece
karşıya geçtiler. Oğuz’un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu
Bey’e “Kıpçak” adını verdi.
Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler.
Oğuz Kağan’ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın
çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve
dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve
karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren
bu beye: ” Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen
Karluk olsun.” dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök
yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde
Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince
büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını
kendisine bağladı.
Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök
yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek
çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü,
dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü.
Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ
Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay
gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok
da kuzeye doğru gidiyordu. Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince
yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.
Moğol ilinde Oğuz Han soyundan il Han’ın hükümdarlığı
sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine
savaş açtı. ilhan’ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer
boylardan da yardım alarak yendi. ilhanın ülkesindeki herkesi
öldürdüler. Yalnız il Han’ınn küçük oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni
Nüküz ile eşi kaçıp kurtulmayı başardılar. Düşmanın, onları
bulamayacağı bir yere gitmeğe karar verdiler.
Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda
dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,
pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların
bulunduğu bir yere gelince Tanrıya şükrettiler ve burada kalmağa
karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ kemeri anlamında
“Ergene” kelimesiyle “dik” anlamındaki “Kon” kelimesini
birleştirerek “Ergenekon” adını verdiler. Kıyan ve Nüküz’ün
oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar
çoğaldılar ki Ergenekon’a sığamadılar. Atalarının buraya geldiği
geçitin yeri unutulmuştu. Ergenekon’un çevresindeki dağlarda
geçit aradılar.
Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini
söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür
dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle
hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek
kadar yer açıldı. İlhan’ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş
olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar.
Egenekondan çıktıkları gün olan 21 martta her yıl bayram
yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir
kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün
üstüne koyarak döğerler. Bugün hem yeniden özgür hem de
bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.
Uygur Destanları Uygurlara âit Türeyiş ve Göç isimli iki
destan parçası tesbit edilmiştir. Türeyiş parçası Çin kaynaklarından
Göç ise hem Çin hem İran kaynaklarında bulunmaktadır.
Göktürk (Bozkurt) Destanı
Gök Türk destanının da bugün birbirinden farklı üç şeklini
birliyoruz. İlk ikisinde bize Çin tarihlerini bildiriyor. Üçüncü şekil ise
Ergene Kon adını taşımaktadır ve Kun - Oğuz destanının son kısmı
olarak 13′üncü asırda tesbit edilmiş bulunmaktadır. Bu üç şekil
şunlardır:
1- Kunlarla aynı soydan olana Türkler Kun ülkesininin şimalindeki
So ülkesinden çıkmışlardır. Başbuğları ‘Kapangu’nun on altı
kardeşi vardı ki bunlardan birsinin anası bir kurttu. Kurttan doğmuş
olan ‘I-uhe-ni-şuay-tu’ rüzgarlara ve yağmurlara hükmediyordu.
Düşmanları kardeşlerini yok ettiler. Fakat o,harikuladelik sayesinde
ölümden kurtuldu. İki zevcesi vardı. Biri yaz Tanrısının,biri Kış
Tanrısının kızı idi. Bunlardan ikişer oğlu olmuştu. Millet bu çocukların
en büyüğü olan ‘No-tu-lu-şe’yi hükümdar yaptı. O zaman ‘Türk’
adını aldı. Bunun on zevcesi vardı. Çocuklarından her biri analarının
adını almıştı. ‘A-hien-şe’ bu çocuklardan biri olup anasının adı olan ‘Kurt=Asena’adını almıştı.
2- Türkler ilk önce batı denizinin (ihtimal ki Hazar denizinin) batı
kıyılarında oturuyorlardı. Komşu bir millet bunların hepsini yok etti.
Yalnız bir genç sağ kaldı. Onu öldürmeye kıyışamayarak ellerini
ayaklarını kesip büyük bir bataklığa bıraktılar. Burada bir dişi kurt
ona baktı. Yiyecek getirdi. Bu sırada dişi kurt ondan gebe kaldı.
Komşu milletin hükümdarı bu son kalan genci de öldürmek için bir
asker yolladı. Asker gittiği zaman kurtu gencin yanında gördü.
Kurt,bir Tanrı kendisine yardım ediyorum gibi,genci alarak
denizin tarafına geçirip bir daha üstüne indi. Bu dağ Kau-çang
ülkesinin şimal batısında idi. Dağın eteğinde bir mağara vardı.
Kurt oraya girdi. Orada yeşilliklerle dolu ve iki yüzlü(1)
genişliğinde bir yer buldu. Orada on oğlan doğurdu.
Bunlardan biri aile adı olan A-se-na adını aldı. Öteki kardeşlerin
en akıllısı olduğu için biraz biraz sonra hükümdar oldu
Milletini oradan çıkararak Cücenlerin(yani Arapların) tabiiyesine
girdi.
3- Moğol eline ‘İl Han’ padişah olmuştu. Tatar ülkesinde de
Tatar hanlarının dokuzuncusu olan Sevinç Han birçok hediyelerle
Kırgız hanına adamlar gönderip türlü adaklar adayarak onu kendi
tarafına çekti. O zaman oradaki uruklar arasınfa en kalabalığı
Moğollar olduğundan her savaşta düşmanlarını yenerlerdi.
Türk ellerinde Moğolun oku ötmeyen,kolu yetmeyen bir yer
yoktu. Bundan dolayı bütün boylar Moğolu kötülerlerdi. Hepsi
birlerşip Moğollardan öç almak için üzerlerine yürürdüler.
Moğollar çadır ve sürülerini bir yere yığıp çevresine hendek
kazdılar,beklediler. Sevinç Han geldi. Vuruş başladı. On gün
savaş oldu. On günde de Moğollar üstün geldi. Bunun üzerine
Sevinç Han bütün han ve beğleri toplayıp gizlice konuşup
danıştı. ‘Biz bunlara hile yapmazsak işimiz bitiktir’ dedi.
Ertesi gün tanla çadırlarını kaldırıp,kötü malların,bir takım
ağırlıklarını bırakıp kaçtı. Moğollar bunları güçsüz kaldırlar
da onun için kaçıyorlar sanarak arkalarına düştüler. Tatarlar
dönüp çarpıştılar. Bu yol Moğollar yenildiler. Ordugâhları
gelinceye kadar onları kestiler. Malları ile birlikte ordugâhı
da zaptettiler. Moğolların çadırlarının hepsi orada olduğundan
Moğollardan bir aile bile kurtulmadı. Büyüklerini kılıçtan
geçirdiler. Küçüklerin her birini bir kişi tutsak olarak aldı.
Sevinç Han, Moğolu yağma ettikten sonra ülkesine dönmüştü.
İl Hanın oğulları bu savaşta ölmüşlerdi. Ancak en küçüğü olan
Kayan=(Kıyan) kalmıştı. O yıl evlenmişti. Bunların ikisi aynı
bölükten olan iki kişinin tutsağı olmuşlardı. Savaştan önce
ordu kurdukları yere geldiler. Düşmandan kaçıp gelen deve
,at,öküz ve koyunları buldular. Konuşup dediler ki:’ Burada
kalsak ,bir gün olur,düşmanlarımız bizi bulur. Bir boy’a gitsek
çevremiz hep düşman boylardır. En iyiysi dağlar arasındaki
kimsenin daha yolu düşmemiş olan bir yere gidip oturalım’.
Sürülerinin sürüp dağlara doğru yürüdüler. Yabani koyunların
yürüdüğü bir yolu tutup tırmanarak yüksek bir dağın boğazına
vardılar. Oradan tepeye çıkıp öte yanına indiler. Oraları iyice
gizden geçirdiler. Gördüler ki geldikleri yoldan başka yol yoktur:
o yolda öyle bir yol ki bir deve,bir keçi bin güçlükle yürüyebilir,
ayağı biraz sürçse düşüp parçalanır. Vardıkları yer geniş bir ülke
idi. İçinde akar sular,kaynaklar,türlü otlar,çayırlar,meyvalı
ağaçlar,türlü türlü avlar vardı. Bunu göründe Tanrıya şükürler
kıldılar. Kışın mal(at,koyun,deve,sığır)ların etini yer,derisini
giyer;yazın sütünü içelerdi.
Oraya Ergenekon adını verdiler. Burada Kayan ve Nüküz’ün
oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar
çoğaldı ki artık oralara sığmadılar. Bunu üzerine konuştular.
Dediler ki:’Atalarımızdan işitirdik ki Ergenekon dışında geniş
ve güzeş bir ülke varmış. Atalarınız orada otururlarmış. Tatarlar
baş olup başka boylar bizim uruğumuzu kırıp yurdumuzu
almışlar. Artık Tanrıya şükür düşmandan korkup dağda
kapanarak kalacak halde değiliz. Bir yol bularak bu dağdan
göçüp çıkalım. Bize dost olanla görüşüdüşman olanla güreşiriz’.
Herkes bu düşünceyi beğenip yollar aradılar. Bir türlü bir yol
bulamadılar. Bir demiri:’Ben bir yer gördüm. Orada demir
madeni var. Onu eriterek yol buluruz’dedi. Millete odun ve
kömür vergisi saldılar. Herkes vergisini getirdi. Bir sıra
odun,bir sıra kömür olmak üzere dağın böğüründeki çatlağa
dizdiler. Dağın tepesine ve öteki yanlarına da odun,kömür
yığdıktan sonra deriden yetmiş körük yapıp yetmiş yere
kurdular. Ateşleyip hepsini birden körüklediler.
Tanrının gücü ile demir eriyip bir deve geçecek kadar bir yol açıldı. O ayı, o günü,o saati belleyip dışarı çıktılar. İşte o gün Moğollarca bayram sayıldı. Ergenekondan çıktıkları zaman Moğolların padişahı Kayan (Kıyan) neslinden Börte Çine idi. Bütün boylara elçiler göndererek Ergenekondan çıkıp geldiğini bildirdi. Boyların kimi sevindi,kimi yerindi. Hele Tatarlar bunların üzerine yürüdler. Saf bağlanıp savaşıldı. Moğollar yenip Tatarların büyüklerini kılıçtan geçirdiler. Küçükleri tutsak ettiler. Dört yüz yıl sonra böylece kanlarını aldılar. Mallarını zaptedip ana yurtlarında oturdular. O zamandan beri Ergenekondan çıktıkları kurtuluş gününü bayram yaptılar. O gün bir demiri ateşte kızdırdılar. Önce han bu demiri örsün üstüne koyarak çekiçle vurur. Sonra beğler de öyle yaparlar.
Gök Türk destanının üç rivayetinde göze çarpan müşterek
motif ‘Kurt’ tur. Ergenekon rivayetinde kurt doğrudan
gözükmüyorsa da hikimdarlarının adının Bört Çin’e yani
Bok Kurt olması,kurt fikrinin islâmiyetten sonra bile
unutulmadığını gösterir. Çünkü Ergenekon rivayeti
islâmiyetteb yani 13′üncü asroda tesbit olunan Gök
Türk destanıdır.
İkinci rivayette ise Ergenelon yani Kapalı Yurt açıkça
gözükmektedir. Kurt,Gök Türklerde bir ongun sayılıyordu.
Yani Gök Türkler kurt neslinden geldiklerine inanıyorlardı.
Bu rivayetlerin tarihle olan ilgisini şöylece hulâsa edebiliriz:
Kunlar Şimalî ve cenubî olarak ayrıldıktan sonra 93 yılında
şimalî Kunlar,cenûp Kunların müttefikleri olan Çinlilerin
başka boyların müşterek hücumu karşısında mahvoldular.
Bir kısmı Cenup Kunlarına koşuldu. Bir bölümü batıya
çekilerek sonradan Atilla’nın kumandasında Avrupayı
zartetti. Bir bölümü de Altay dağların civarında saklandılar.
İşte Gök Türkleri teşkil eden boylardan bazıları bu Altay
dağlarında kalan Kunların neslindendir. Miladi 93′ten
sonra Gök Türklerin kurtuluş tarihi olan 552′ye kadar
459 yıl geçmiştir. Ergenekonda geçtiği söylenen dört
üz yıl bu 459 yılın destandaki aksinden başka şey
değildir. Gök Türklerin bir kısmı doğrudan doğruya
Sakaların neslinden geldiği için onlar Ergenekonda
yaşamamışlardır. Nitekim Gök Türk destanının birinci
rivayetinde kapalı Vatandan söz geçmiyor. Sonra
demilerin erimesi,demir dağın yol vermesi ise Gök
Türklerin,Aparlara silah yaptıkları zamanların bir hatırasıdır.
Yaradılış Destanı
Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan
ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada
uçuyordu.
Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen’e denizden çıkan taşı
tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı
Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle
dedi.
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım Bu dünya nasıl
olsun, ne boyla yaratayım Bunun çaresi nedir, ne yolla
yaratayım Su içinde yaşayan Ak Ana, su yüzünde
göründü ve Tanrı Ülgen’e şöyle dedi :
Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal
sözü öğren De ki hep,” yaptım oldu ” başka bir şey
söyleme. Hele yaratır iken,”yaptım olmadı” deme.
Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu.
Tanrı Ülgen’in kulağından bu buyruk hiç gitmedi. İnsana da
bu öğüdü iletmekten bıkmadı :
” Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip
de, yok olup da gitmeyiniz.”
Tanrı Ülgen yere bakarak : ” Yaratılsın yer!” Göğe bakarak
“Yaratılsın Gök!” Bu buyruklar verilince yer ve gök
yaratılmış.
Tanrı Ülgen çok büyük üç balık yaratmış ve dünya bu
balıkların üzerine konmuş. Böylece dünya gezer olmamış
bir yerde sabit olmuş. Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında
dünyaya su kaplamasın diye Mandışire’ye balıkları denetleme
görevi vermiş. Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi
aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeyen büyük Altın
Dağın başına geçip oturmuş.
Dünya altı günde yaratılmıştı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen
uyumuş kalmıştı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla
güneşten başka fazladan dokuz dünya birer cehennem ile bir
de yer yaratmıştı.
Günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak
parçacığı üzerinde bir parça kil gördü” insanoğlu bu olsun,
insana olsun baba.” dedi ve toprak üstündeki kil birden
insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana “Erlik” adını verdi ve
onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik’in yüreği kıskançlık ve
hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı
için öfkelendi. Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri
topraktan yedi insan yarattı.
Erlik’in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı
korumak üzere Mandışire adlı bir kahraman yarattıktan
sonra yedi insanın kulaklarından üfleyerek can,
burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi. Tanrı Ülgen
insanları idare etmek üzere May-Tere’yi yarattı ve onu
insanoğlunun başına han yaptı.
Yakut’lardan (Saka) derlenen yaradılış efsaneleri de
Altay yardılış destanının yakın varyantı niteliğindedir.
Türeyiş Destanı
Eski Hun beylerinden birinin çok güzel iki kızı vardı. Bu bey
kızları ile ancak Tanrıların evlenebileceğini düşünüyordu.
Bu sebeble ülkesinin kuzey tarafında yüksek bir kule
yaptırarak iki güzel kızını Tanrılarla evlenmek üzere
buraya yerleştirdi.
Bir süre sonra kuleye gelen bir kurdun Tanrı olduğu
düşüncesiyle kızlar bu kurtla evlendiler. Bu evlenmeden
doğan Dokuz Oğuzların sesi kurt sesine benzerdi. Göç
Destanı Uygurların yurdunda “Hulin” isimli bir dağ vardı.
Bu dağdan Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak çıkardı. Bir
gece oradaki bir ağacın üzerine gökten ilâhi bir ışık indi.
iki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle izlediler.
Ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on
gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve
içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları
büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce
hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu. Çok zaman
geçti. Yuluğ Tiğin isimli bir prens hükümdar oldu. Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için Oğlu
Galı Tigini bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi.
Çinliler , prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının
eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali
Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın
etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler.
Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin’e
taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi
dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün
sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu .Yurtlarını
bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.
Buraya kadar kısaca tanıtmağa çalıştığımız Türklerin ilk
dönem edebî eserleri olan Yaratılış, Alp Er Tunga, şu,
Oğuz Kağan, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları
bugünkü bütün Türk Cumhuriyet ve Topluluklarının ortak
destanları olarak kabul edilmektedir.
Büyük bir ihtimalle XV. yüzyılda yazıya geçirildiği kabul
edilen “Dede Korkut Hikâyeleri” nin Hun-Oğuz Destan
dâiresinden ayrılmış destan parçası olduğu görüşü
oldukça yaygındır.
Dede Korkut Hikâyeleri ve bu hikâyelerin hem anlatıcısı
hem de kahramanlarından biri olan Dede Korkut bütün
Türk dünyasında ortak olarak tanınan sözlü ve yazılı
gelenekte yaşatılan önemli eserlerden biridir. Türklerin
X. yüzyılda büyük kitleler halinde islâmiyeti kabul
etmelerinden ve Oğuzların büyük bir bölümünün batıya
bugünkü Anadolu topraklarına göçmelerinden sonra
gerek Orta Asyada gerek Anadolu , Balkanlar ve Orta
Doğuda, Türkler farklı siyasî birlikler içinde yaşamışlardır.
X. yüzyıldan sonra teşekkül eden destanlardan Köroğlu
dışındakiler Türk topluluk ve guruplarının iletişimleri
ölçüsünde yaygınlaşmıştır. Köroğlu destanı XVI. yüzyılda
Anadolu’da teşekkül etmiş ve hemen hemen bütün
Türk dünyası tarafından benimsenmiş ve çeşitlenerek
yaşatılmaktadır.
İslâmiyetin Kabulünden Sonraki Türk Destanları Karahanlı
hükümdarı Satuk Buğra Han X. yüzyılda islâmiyeti resmen
devlet dini olarak kabul etmiştir. islâmiyetten sonra ilk
teşekkül eden destan da bu hükümdarın islâmiyeti kabul
ve yaymak için yaptığı mücadelelerin efsanelerle
zenginleştirilerek anlatımıyla doğmuştur. Bu destanın bir
elyazmasında bulunan metni kısaca şöyle özetlenebilir.
Göç Destanı
Bu destan da bir Uygur destanıdır ve daha önce de belirtildiği
üzere, Türeyiş destanının tabii bir devamı gibidir. Bugün,
Orhun nehri kenarında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı
vardır ki çok eskiden bu şehre Ordu Balık denildiği tahmin
edilmektedir. Büyük Uygur Destanı’ nın, işte bu şehrin saray
yıkıntısının önünde bugün dahi görülebilecek şekilde duran
abidelerde yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun’ un
belirttiğine göre bu abideler, Moğol Hanı Öğüdey
zamanında Çin’ den getirilen mütehassıslarla okutturulup
tercüme ettirilmiştir.
Göç Destanının Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlarına
göre iki ayrı rivayet halinde olduğu bilinmekte ise de aslında
birbirinin tamamlayıcısı gibidir. İran kaynaklarında ki rivayet,
daha ziyade tarihî bilgilere yakındır. Aynı zamanda İran
rivayeti, Türklerin Maniheizm’ i kabulünü anlatan bir
menkıbe hüviyetinde görünmektedir. Aşağıda hülasa
edilecek olan rivayeti Cüveyni’nin Tarih-i Cihanküşa adlı
eserinde kayıtlıdır ve bu rivayete göre, destanda zikredilen
iki ağacın, Maniheizm’ in kurucusu Mani’nin “iki Esas” adlı
eserindeki iki ağacı temsil ve taklit ettiğini prof. Fuat
Köprülü iddia etmektedir.Destan:
Uygur ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği
yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı
derlerdi.
Hulin Dağında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü.
Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının arasında
yaşayan halk bu ışığı gördü ve ürpererek takip etti. Kutsal
bir ışıktı, kayın ağacının üstünde kaldığı müddetçe kayın
ağacının gövdesi büyüdükçe büyüfü, kabardı. Oradan çok
güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz
adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.
Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı. İçinden beş küçük
çadır, beş küçük odacık halinde meydana çıktı. Her odacığın
içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı
birer emzik vardı ve onlar bu mukaddes çocuklara ve
halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin’ di, ondan
sonrakinin adı Kutur Tigin, üçüncüsününki Türek Tekin,
dördüncüsünün Us Tekin ve beşincisinin adı Bögü
Tekin’di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından
gönderildiğine inanan halk, içlerinden birini hakan
yapmak istediler. Bögü Han en büyükleri idi hem de
ötekilerden daha güzel, daha zeki ve daha yiğit
görünüyordu. Bögü Tekin’ in hepsinden, her hususta
üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler.
Büyük bir törenle Bögü hanı hakan olarak seçtiler.
Büyük bir törenle Bögü hanı tahta oturttular.
Böylece yıllar yılı kovalamış ve bir gün gelmiş
Uygurlara bir başkası hakan olmuş.
Bu hakanın da galı Tekin adında bir oğlu varmış.
Hakan oğlu Galı Tekin’ e, Çin prenseslerinden birini,
Kiu-Lien’ i almağı uygun görmüş.
Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını
Hatun Dağında kurdu. Hatun dağının çevre yanı da
dağlıktı ve bu dağlardan birinin adı da Tanrı Dağıydı,
Tanrı Dağının güneyinde de Kutlu Dağ derler bir başka
dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.
Bir gün elçileri, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien’ in sarayına geldiler.
Kendi aralarında konuşup dediler ki:
Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu dağ denilen
bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri zayıflatıp yıkmak istiyorsak
bu kayayı onların elinden almalıyız.
Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien’ e
karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni
Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan
Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu
kayayı onlara verdi. Hâlbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün
Uygur Ülkesinin saadeti bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk
Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu düşmana
verilirse bu bütünlük parçalanarak ve Türkeli’nin bütün saadeti
de yok olacaktı.
Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp
götürülecek cinsten değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın
çevresine odun ve kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca da
üzerine sirke döküp parça parça ettiler. Her bir parçayı da
ülkelerine taşıdılar.
Olan o zaman oldu işte. Türkeli’nin bütün kurdu kuşu, bütün
hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine
ağladılar. Yedi gün sonra da bu düşüncesiz Hakan öldü.
Onun ölümüyle ülke felaketten kurtulamadı. bir Çin prensesi
uğruna çekinmeden feda edilen yurdun bir kayası, Türkeli’nin
felaketine sebep oldu. Halk rahat ve huzur yüzü görmedi.
Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu.
Topraklar yarıldı, mahsuller yeşermez oldu.
Günlerden sonra Türk Tahtına Böğü Han’ın torunlarından biri
hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, ehli yaban, çoluk
çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:
Göç!.. Göç!.. diye çığrışmaya başladı. Derinden, inilti, hüzün
dolu, çaresiz bir çığrışmaydı bu. Yürekler dayanmazdı.
Uygurlar bunu bir ilahi emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara
düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru
göç etmeğe başladılar. Nihayet bir yere gelip durdular, orada
sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu
yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler ve bunun için bu
yerin adını da Beş-Balık koydular. Burada yaşayıp çooğaldılar.
Alp Er Tunga Destanı
Sakalar dönemine âit Alp Er Tunga ve şu olmak üzere iki destan
tesbit edilmiştir.
Alp Er Tunga, M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış kahraman ve çok sevilen
bir Saka hükümdarıdır.
Alp Er Tunga Orta Asya’daki bütün Türk boylarını birleştirerek
hâkimiyeti altına almış daha sonra Kafkasları aşarak Anadolu
Suriye ve Mısır’ı fethetmiş ve Saka devletini kurmuştur.
Alp Er Tunga’nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele
ettiği İranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev ‘in davetinde hile ile
öldürülmüştür.
Alp Er Tunga ile iranlı Med hükümdarları arasındaki bu mücadelelerin
hatıraları uzun asırlar hem Türkler hem İranlılar arasında yaşatılmıştır.
Alp Er Tunga, Asur kaynaklarında Maduva, Heredot’ta Madyes, iran
ve islâm kaynaklarında Efrasyab adlarıyla anılmaktadır. Orhun
Yazıtlarında “Dokuz Oğuzlar” arasında “Er Tunga” adına yapılan
“yuğ” merasiminden söz edilmektedir. Turfan şehrinin batısında
bulunan “Bezegelik” mabedinin duvarında da Alp Er Tunga’nın
kanlı resmi bulunmaktadır. “Divan ü Lügat-it Türk” ün yazarı
Kaşgarlı Mahmud’a ve ” Kutadgu Bilig” yazarı Yusuf Has
Hacip’e göre “Alp Er Tunga” iran destanı “şehname” deki büyük
ve efsanevî Turan hükümdarı “Efrasiyab”dır.
Divan ü Lûgat-it Türk’de Turan hükümdarlığının merkezi olarak
“Kaşgar” şehri gösterilmektedir. islâmiyeti kabul etmiş olan
Karahanlı devleti hükümdarları da kendilerinin “Efrasyap”
sülalesinden geldiklerine inanmışlar ve bunu ifade etmişlerdir.
Moğol tarihçisi Cüveyni de Uygur devletinin hükümdarlarının
da Efrasyap soyundan olduğunu yazmaktadır.
Şecere-i Terakime’ye göre Selçuklu Sultanları kendilerini
Efrasyab soyundan kabul ederlerdi. Rusların Yakut adını
verdiği Türk gurup aslında kendilerine Saka dediklerini
söylemişlerdir. Tarih içinde kaybolduğunu düşündüğümüz
Saka Türklerinin az da olsa bir bölümünün bugün hayatiyetlerini
sürdürmeleri pek çok meselenin yeniden araştırılarak doğruların
ortaya çıkmasına yardımcı olabilecektir. Tarihçi Mesudî de M.S.7.
yüzyılın başındaki Köktürk hakanının “Efrasyab” soyundan
olduğunu yazmaktadır.
Bütün bu bilgilerden hareketle “Tunga Alp” le ilgili efsanelerin
Kök Türklerden önce doğu ve orta Tiyanşan alanında yaşayan
Türkler arasında meydana geldiğini ve bu destanın daha sonraları
Kök Türk ve Uygurlar arasında yaşayarak devam ettiğini
göstermektedir.
Alp Er Tunga destanının metni bu güne ulaşamamıştır. Bir
kısmından yukarıda bahsettiğimiz kaynaklarda bu değerli
Saka hükümdarı ve kahramanı hakkında bilgiler ve bir de
sagu (ağıt) tesbit edilmiştir:
Alp Er Tunga Öldü mü Dünya sahipsiz kaldı mı Korkak öcünü aldı mı Şimdi yürek yırtılır
Felek yarar gözetti Gizli tuzak uzattı Beylerbeyini kaptı Kaçsa nasıl kurtulur Erler kurt gibi uludular Hıçkırıp yaka yırttılar Acı seslerle bağırdılar Ağlamaktan gözleri kapandı
Beğler atlarını yordular Kaygı onları durdurdu Benizleri yüzleri sarardı Safran sürülmüş gibi oldular
Kutadgu Bilig’de “Alp Er Tunga” hakkında şu bilgi verilmektedir:
Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri arasında en iyileri
Türk beyleridir. Bu Türk beyleri arasında adı meşhur ikbali açık
olanı Tonga Alp Er idi. O yüksek bilgiye ve çok faziletlere sahip
idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi ; zaten âlemde
ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur.
İranlılar ona Efrasiyap derler; bu Efrasiyap akınlar hazırlayıp
ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek
için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lâzımdır. İranlılar bunu kitaba
geçirmişlerdir. Kitapta olmasa onu kim tanırdı.” Bugünkü
bilgilerimize göre Alp Er Tunga ile ilgili en geniş bilgi İran
destanı şehname’de tesbit edilmiştir.
Şehnamenin başlıca konularından biri İran -Turan savaşlarıdır.
Bu destana göre en büyük Turan kahramanı önce şehzade
sonra hükümdar olan Efrasyap’tır. şehname’deki Alp Er Tunga
ile ilgili bilgiler şöyle özetlenebilir: “Turan şehzadesi Efrasyap
babasının isteği üzerine İran’a harp açtı. iki ordu Dihistan’da
karşılaştılar. Boyu servi, göğsü ve kolları arslan gibi ve fil kadar
kuvvetli olan Efrasyap, iranlı’ları yendi. iran padişahı Efrasyap’a
esir düştü. İran’ın ilk intikamını o zaman İran’a bağlı olan
Kabil Padişahı Zal aldı. Zal başarılı olmasına rağmen İran şahının
öldürülmesini engelleyemedi.
Efrasyab İran’ı ele geçirmek için yeni bir savaş açtı. İran’ın
yetiştirdiği en büyük kahramanlardan Zal oğlu Rüstem
Efrasyab’ın üzerine yürüdü.. Efrasyab ile Zal oğlu Rüstem
arasında bitmez tükenmez savaşlar yapıldı. İran tahtında
bulunan Keykâvus, hem oğlu Siyavuş’u hem de Zal oğlu
Rüstem’i darılttı. Siyavuş Efrasyap’a sığındı . Siyavuş’un
Turan’da bulunduğu sırada evlendiği Türk beyi Piran’ın
kızından bir oğlu oldu. Siyavuş oğluna babası
Keyhusrev’in adını verdi.
Efrasyab uzun yıllar Turan’da hükümdarlık etti. İran’lalar
Siyavuş’un oğlu Keyhusrev’i kaçırarark iran tahtına
oturttular. Keyhusrev Zaloğlu Rüstem’le işbirliği yaptı ve
Turan ordularını yendi. Keyhusrev ile Efrasyap defalarca
savaştılar. Sonunda ordusuz kalan Efrasyap Keyhusrev’in
adamları tarafından öldürüldü.
Şehnamede Efrasyap adıyla anılan Turan hükümdarı Alp
Er Tunga’nın İran hükümdarlarına sık sık yenildiği
anlatılmaktadır. Ancak iran Turan savaşlarında iran
hükümdarları sürekli değişmiş 140 yıl yaşadığı rivayet
edilen Alp Er Tunga ise mücadeleye devam etmiştir.
Bu durum Efrasyap’ın başarısız olmadığını gösterir.
Gerçek destan metni bulunduğu takdirde bu destanla
ilgili daha sağlıklı değerlendirmeler yapılabilir.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder